İnsanoğlu
düşünmeye başladığından itibaren çevresindeki yer şekillerinin nedenlerini
merak etmiştir. Bunların binlerce yıl sabit kabul edilmesinden sonra
aslında sürekli hareket ve evrim içinde olduklarını anlayınca bu hareketi
sürdüren kuvvetin doğasını ve kökenini araştırmaya başlamıştır.
Levha tektoniği büyük ölçüde okyanuslardan elde edilen veriler üzerine
kurulmuş bir teoridir. Oysa daha önceki teoriler kıtalardan elde edilen
sonuçları okyanus tabanları için de geçerli sayarak dünyanın tektonik
evrimini açıklamaya çalışıyorlardı. Yerbilimcileri levha tektoniğine
götüren çalışmalar, okyanus tabanlarının doğasını öğrenme çabaları
olarak başladı.
İkinci dünya savaşı sırasında denizaltı savaşları için geliştirilen
son derece hassas batimetrik harita alma yöntemleri, savaştan sonra
İngiltere’de Sir. Bullard (Cambridge Üniversitesi), A.B.D.'de Hess
(Princeton Üniversitesi) ve Ewing (Columbia Üniversitesi) tarafından
kullanılmaya başlandı.
Ewing’e bağlı Lamont jeoloji rasathanesine ait gemiler sadece batimetrik
değil, manyetik ve gravite verileri topluyorlardı. Bu devam ederken
soğuk savaşın sonucu olarak A.B.D., S.S.C.B.’nin yaptığı zannedilen
nükleer denemeleri takip edebilmek için dünya çapında sağlıklı bir
sismograf ağı geliştirdi. WWSSN (World Wide Standardised Seismometer
Network) olarak bilinen bu ağ, büyüklüğü 4 ve daha yukarı olan depremleri
kaydetmeye başladı ve görüldü ki depremler son derece dar bir kuşakta
yer almaktadır. Bu sismik kuşakların bir kısmı Alman okyanus araştırmaları
gemisi Meteor tarafından keşfedilirken okyanus ortası sırtları ile
diğer kısmı ise özellikle Pasifik çevresindeki derin deniz hendekleri
ile çakışıyordu. Depremler yer yer bu hendeklerden ortalama 45°lik
açılar yapan ve kıtaların altına dalan düzlemler boyunca 700 km’ye
kadar iniyorlardı. Okyanus ortası sırtlarında ise deprem derinliği
10 km’yi asla geçmiyordu.
Benioff 1954’te derin deniz hendeklerinden manto’ya sarkan eğimli
deprem zonlarının aslında dev bindirmeler olduğunu ve bu bindirmeler
boyunca okyanus tabanının Pasifiği çevreleyen kıtaların altına daldığını
iddia etmiştir.
Stille 1955’te bu eğimli deprem zonlarının hemen üstünde volkan zincirlerinin
yer aldığını söyleyerek bunlar arasında jenetik bir ilişki olması
gerektiğini vurgulamıştır.
Harry Hess kıtaların kayması teorisine inanmaktaydı ama Sir Harald
Jeffreys’in sial’in sima içersinde bir sal gibi hareket edemeyeceğini
ispat ettiğini biliyordu ve kendi kendine 1950’li yılların sonunda
sial sima ile birlikte hareket edemez mi? sorusunu sordu. Buna verdiği
cevap olumlu idi ve bu bilim tarihinde eşine
az rastlanan bir devrim için ilk adım oldu. Hess 1960 yılında yayınlanan
makalesinde konveksiyon hücrelerinin yükselen kanatlarının orta okyanus
sırtlarında birbirlerinden ayrıldığını ve yatay hareketle okyanus
tabanı oluşturarak derin deniz hendekleri boyunca mantoya döndüklerini
belirliyordu.
Dietz
aynı yıl bu mekanizmaya deniz tabanı yayılması (Sea Floor Spreading)
adını verdi. Deniz tabanı yayılması dahice bir hipotezdi fakat herhangi
bir direkt veriyle henüz desteklenemiyordu.
Hess ve Dietz’in makalelerinden hemen sonra Kanada’da Marley, İngiltere
Cambridge’te Fred Vine, Hess’in fikrini kontrol edebilmek için basit
ve dahice bir metod önerdiler.
Bu metodun esası şuydu: Dünyanın jeomanyetik kutuplarının Senozoyik
sırasında düzensiz aralıklarla terslendiği, yapılan paleomanyetik
çalışmalar ile biliniyordu. Deniz tabanı yayılması iki taraflı simetrik
olarak okyanus tabanı ürettiğine göre
jeomanyetik kutuplardaki terslenmeler de yayılma merkezinin her iki
yanında simetrik olarak kaydedilmiş olmalılardı. Yayılma ekseninde
sıvı halde bulunan bazalt lavları içerisindeki mineraller püskürüldükleri
andaki jeomanyetik alanın etkisinde belirli yönde dizilirler. Yayılma
devam ettikçe yayılma merkezinden uzaklaşan bazalt beraberinde, püskürdüğü
zamandaki jeomanyetik alanın yönünde sabit bir kaydını taşır. Sürekli
manyetik alan terslenmeleri yayılma merkezinin iki yanında ve ona
paralel uzanan ters ve normal yönde manyetize olmuş şeritler geliştirirler.
Marley’in
önerisi Nature tarafından reddedildi. Vine ve Matthews’in makalesi
aynı dergide 1963’te yayınlandı.
1965’de Vine ve Wilson, Juan de Fuca sırtında deniz tabanı yayılmasının
bir gerçek olduğunu gösterdiler.
Pitman ve Heirtzler 1966’da Antarktik/Pasifik sırtında aynı gerçeği
verileri ile sundular.
John Tuzo Wilson 1960-1965 yılları arasında probleme başka bir açıdan
yaklaşıyordu. Ona göre Hess’in sentezinde bir eksik nokta olmalıydı
çünkü yayılma merkezleri ile derin deniz hendeklerini tüm dünya etrafında
sismik olmayan bölgeleri çevreleyen bir kuşak haline getirmek kinematik
olarak imkansızdı. Bazı okyanus ortası sırtları ve derin deniz hendekleri
aniden son buluyorlardı. Wilson bu kesimlerde okyanus ortası sırtları
ve hendeklerin bittikleri yerlerde hareketin büyük yanal atımlı faylarla
başka bir şekle dönüştürüldüğünü gösterdi ve bunlara dönüşüm fayı
(transform fay) adını verdi.
Wilson 1965’de bu faylar sayesinde tüm sırtları ve hendekleri birbirine
bağladı ve ilk olarak levhaları tanımladı. Böylece levha tektoniği
tüm öğeler ile ortaya çıkmış oldu.
McKenzie
& Parker 1967’de levha tektoniğinin küre üzerinde nasıl uygulanacağını
gösterdiler.
1968 yılında Xavier Le Pichon tüm levhaların hareket hızlarının toplamının
sıfır olduğunu yani levha üretim hızının yok olma hızına eşit olduğunu,
diğer bir değişle kürenin alanının korunduğunu gösterdiler.
Isacks, Oliver ve Sykes levha sınırlarından derlenen sismik verilerle,
okyanuslarda dar ve iyi belirlenmiş levha sınırlarının kıtaların içine
girince bu özelliklerini yitirdiklerini, sismisitenin belirli zonları
takip etmesine rağmen saçıldığına dikkat çekmiştir.
1968’de levha tektoniği üçlü eklemler dışında tamamlanmıştı.
1969’da McKenzie ve Morgan bu sorunu da çözdüler ve levha tektoniği
teorisi 1969 yılı sonunda tamamlandı.
*Şekiller "Tarbuck, E.J., Lutgens, F.K., 1993.
THE EARTH An Introduction to Physical Geology. Fourth Edition, Macmillan
Pub." dan alınmıştır.
|